Ulusların Reddi
(41) Şimdi ise Ulusların imansızlığından bahsedeceğiz ve bu da hakikaten kesinlikle hayret verici bir şeydir. Çünkü onlar gülünç olması mümkün olmayan şeyle alay ediyor, ancak buna rağmen kendi putlarının utancını ve saçmalığını göremiyorlar. Lakin bizim [savunduğumuz] savlar yetersiz olmadığı için, onları da gördüğümüz mantık zemininde çürüteceğiz.
Öncelikle, inancımızda mantıksız veya saçma olan şey nedir? [Mantıksız bulunan şey] yalnızca Kelâmın vücut bulduğunu ileri sürmemiz midir? Kendileri hakikati seviyorlarsa, bu durumda hiçbir mantıksızlık olmadığı hususunda bizimle hemfikir olacaklardır. Yok, eğer Tanrı’nın Kelâmı diye bir şeyin hiç olmadığını söyleyip inkâr edeceklerse, bu durumda bilmedikleri bir şeyi saçma bulmuş olacaklardır. Fakat farz edelim ki, Tanrı’nın Kelâmı olduğunu ikrar ettiler ve O’nun her şeyin Hükümdarı olduğunu, Baba’nın tüm yaratılışı O’nda var ettiğini, O’nun temini ile her şeyin ışığa kavuşup hayat bulduğunu ve O’nun sağlayışı ve Babası vasıtasıyla her şeyin üzerindeki Kral olduğunu kabul ettiler, peki ya sonra? Farkında olmadan alay ettikleri şeyi kabul etmiş olmuyorlar mı? Grek filozoflar evrenin büyük bir beden olduğunu ve duyularımızla evreni idrak ettiğimizi söylüyorlar. Ancak Tanrı’nın Kelâmı beden olan evrende ise ve evrenin her bir alanına dâhil olduysa, O’nun insan bedenine bürünmesinin neresi şaşırtıcı ve uygunsuz olabilir ki? Vücut bulması O’nun için tamamen uygunsuzsa, evrene dâhil olması ve sağlayışıyla her şeye ışık ve süreklilik vermesi de uygunsuz olacaktır, çünkü gördüğümüz üzere evren [zaten] bir bedendir. Fakat O’nun evrene dâhil olması ve kendisini bu yolla göstermesi doğru ve uygunsa, beşeriyet de diğer her şey gibi evrenin bir parçası olduğuna göre, O’nun insan bedenine bürünmesi ve işler yapması uygunsuz değildir. Evrenin bir kısmının da O’nun Tanrılığını insanlara göstermesi uygun olmamış olsaydı, O’nun görünmesi başlı başına yanlış oldurdu!
(42) Meseleyi paralel olarak ele alın. İnsanın bedenini çalıştıran ve dinç tutan, şahsiyetidir. Eğer birisi ayak parmaklarında insan gücünün var olmadığını iddia ederse, tamamen saçmalamış olur, çünkü gücün insan bedeninin tümünde var olduğunu iddia etmekle beraber, [vücudunun] bir kısmında etkin olduğunu inkâr etmiş olur. Benzer bir biçimde Tanrı Kelâmının bir bütün olarak evrende var olduğunu ileri süren hiç kimse, tek bir insan bedeninin O’nun tarafından çalıştırılabilmesinin ve aydınlatılabilmesinin uygunsuz olmadığını düşünmemelidir.
Peki, insanoğlu hiçten var edildiğinden dolayı Kurtarıcının bizim tabiatımızda kendisini gösterebilmesinin uygun olmadığını düşünüyor olabilir mi? Bu durumda O’nu yaratılışın dışına itmiş olurlar; çünkü yaratılış da Kelâm vasıtasıyla hiçten var edildi. Daha önce de söylediğim gibi, insan yaratılışın bir parçasıdır; dolayısıyla biri için uygun olan mantık, diğeri için de uygundur. Her şey ışığını ve hayat belirtisini Kelâmdan alır; Ulusların yazarları da aynı fikirdedirler, “O’nda yaşıyor ve hareket ediyoruz; O’nda varız.”1 O halde çok iyi! Öyleyse Kelâmın insanda vücut bulmasını imkânsız kılan bir durum da kalmamış oluyor. Bu durumda Kelâm yaratmış olduğu bir şeyde kendisini gösterdiyse, bunun neresi saçma? Mevcut olmasaydı, o bedeni de kullanamazdı; lakin daha önce de söylediğimiz gibi, bir bütün ve kısmi olarak mevcuttur. O halde, kendisini [bizlere] göstermesinde inanılmaz olan şey nedir? Kendi gücüyle evrenin tümüne dâhil olur ve istekli bir biçimde her şeyi buyurur ve ayrıca güneş, ay, gökyüzü, yeryüzü, ateş veya su vasıtasıyla da kendisini ve Babasını göstermek ister. Bunu yaptığına göre hiç kimse O’nu uygunsuz bir biçimde davranmakla suçlayamaz, çünkü O her şeyi sürdürmekte ve her şeyde var olmakta ve de görünmez bir biçimde her şeyde değil, ancak [yaratılışın] her bir parçasında görülmektedir. Durum böyle olduğuna göre, dolayısıyla O’nun kendisini yaratılışın parçası olan insanlar vasıtasıyla göstermesinde [ve] Baba’nın hakikatini ve ilmini, insan bedenini kullanarak açıklamasında saçma bir durum söz konusu değildir. İnsanın zihni kendi tüm varlığına hâkim olmasına rağmen, kendisini yalnızca bir parçası olan dil ile ifade etmez mi? Bu durumda zihnin aşağılandığını söylemek mümkün mü? Elbette mümkün değil. O halde her şeye Hâkim Olan, lakin insan bedeninde kendisini göstermiş olan Kelâmın da aşağılandığını söylemek mümkün değildir. Çünkü daha önce söylediğim gibi, evrenin bir parçasında yaşaması uygun olmasaydı, evrende var olması da [kesinlikle] uygun olmazdı.
(43) Bu durum karşısında bazıları, O’nun kendisini [niçin] güneş, ay, yıldızlar, ateş veya hava gibi yaratılışın daha yüce parçalarında göstermediğini veya onları kullanmadığını ve ne diye insan bedenine bürünmeyi tercih ettiğini sorabilirler. Cevap şudur: Rabbin geliş amacı kendisini göstermek değildi. O acı çeken insanlara şifa verip öğretmeye geldi. Çünkü yalnızca görülmek isteyen birisinin yapması gereken tek şey, ortaya çıkıp görenleri hayrete düşürmektir. Fakat şifa verip öğretmeye gelenin amacı yalnızca burada yaşamak değil, ancak O’na ihtiyacı olanlar için kendisini feda etmek ve onların kaldırabileceği bir biçimde kendisini göstermektir; öyle ki bunu yaparken ilahi görünümü, onu kaldırabilecek insanları aşmadan ortaya çıkabilsin.
Üstelik yaratılışta insan dışındaki hiçbir şey Tanrı’nın yaratma amacından sapmamıştır. Güneş, ay, gökler, yıldızlar, su ve hava kendi düzenlerinden sapmayarak, Kelâmı Yaratıcı ve Kral olarak kabul edip, yaratılmış oldukları gibi kalmışlardır. İyi olanı reddeden, hakikat yerine yalanı koyan ve Tanrı’ya verilmesi gereken onurun ve sahip olunan bilginin yerine cinleri ve putları yeğleyen yalnızca insanlardı. Şüphesiz, ilahi iyilik bunca şeyi görmezden gelemezdi. Fakat insanlar O’nu yaratılışı sürdüren ve yöneten biri olarak tanıyamadılar. Peki, O ne yaptı? Araç olarak üzerine bir bütünün yalnızca küçük bir parçasını aldı –yani insan bedenini– ve o bedene büründü. Böylece O’nu bir bütün olarak tanıyamayan insanlara, bir parça olarak kendisini tanıma güvencesi verdi ve gözlerini kaldırıp O’nun görünmez gücünü anlayamayanlara da, kendilerine benzer biçimde göründü. Bu nedenle, insanlar doğal olarak O’nun Babasını daha hızlı ve dolaysız, kendilerine benzer olan bir beden vasıtasıyla tanıyabilecek ve o bedende yapılan ilahi işleri görebileceklerdi; O’nun yaptıklarını kendi yaptıklarıyla kıyasladıklarında, O’nunkilerin beşeri değil ilahi olduğunu anlayacaklardı. Eğer söyledikleri gibi Kelâmın kendisini bedensel eylemlerle göstermesi uygun olmamış olsaydı, evrendeki işlerle de bunu yapması aynı derecede uygun sayılmazdı. O’nun yaratılışta olması, yaratılışın tabiatını paylaştığı anlamına gelmez; tersine, yaratılmış her şey O’nun gücünün paydaşıdır. Benzer biçimde, bedeni bir araç olarak kullanmış olsa da, bedenin kusurlarını paylaşmamıştır,2 lakin bedende yaşayarak onu kutsallaştırmıştır. Greklerin hakkında çok fazla düşündükleri Platon bile, yıkıp dağıtan fırtınanın geldiği sırada, Evreni Yaradan’ın her zamanki yerde olduğunu ve evrene yaşam gücünü vererek kurtarmak ve işleri düzene koymak üzere geldiğini söylemez mi? O halde insanların saptığını, [böylece] Kelâmın yeryüzüne indiğini, bir insan olarak göründüğünü ve dâhili iyiliğiyle ve gücüyle bizleri fırtınadan kurtarmak üzere geldiğini söylediğimizde, bunun nesi garip karşılanıyor?
(44) Fakat bu iddianın çürütüldüğünü görüp utanmalarına rağmen, Grekler ortaya bir başka iddia daha atabilirler. Tanrı’nın beşeriyeti yönlendirip kurtarmak gibi bir niyeti olmuş olsaydı, bunu Kelâmın vücut bulmasıyla değil, kendi iradesiyle onları yaratır yaratmaz yapacağını söyleyeceklerdir. Bu iddiaya verilecek olan yanıt, iki durumda koşulların son derece farklı olduğudur. Başlangıçta hiçbir şey var olmamıştı; bu nedenle gerekli olan tek şey, her şeyi var etmek için iradesini belirtmesiydi. Lakin insan yaratıldığında, artık var olmayan şeyler değil, var olan şeyler vardı ve bunların şifaya ihtiyacı olduğuna göre, Şifacı ve Kurtarıcının var olan kötülüğü iyiye dönüştürmesi için var olan şeyleri kullanması gerekirdi. Bu nedenle O insan oldu ve insan bedenini bir araç olarak kullandı. Eğer bu uygun olmayan bir yöntem olsaydı ve O, bedeni hiç kullanmak istemeseydi, Kelâm nasıl yeryüzüne inerdi? Ve kullanacağı aracı, kendileri gibi biri Olan aracılığıyla, O’nun Tanrılığına ihtiyaç duyanlardan olmayacaktı da kimden olacaktı? Kurtuluşa ihtiyaç duyanlar, var olmayan şeyler değildi – ki aksi halde tek yaratıcı kelime yeterli olabilirdi- ancak kurtuluşa ihtiyaç duyanlar, zaten var olan, bozulmaya ve yıkıma yüz tutmuş insanlardı. Böylece Kelâmın insan bedenini alması ve o beden vasıtasıyla kendisini herkese açıklaması tamamen olağan ve doğruydu.
Dahası, bozulmuşluğun [insan] bedeninin haricinde değil, dâhilinde olduğunu bilmelisiniz. Bu nedenle bozulmuşluğun yerini yaşam almalıydı, öyle ki, tıpkı ölümün bedene bulaştığı gibi, yaşam da bedende ortaya çıksın. Ölüm bedene bulaştıysa, yaşam da aynı etkiyi gösterebilir. Fakat eğer ölüm bedenin dâhilindeyse ve bedenin özüne inerek onunla bütünleştiyse, Yaşamın da aynı şekilde [bedenin] özüne inip bütünleşerek, bozulmuşluğu silip atması gerekmektedir. Kelâmın bedenin içinden değil, dışından geldiğini farz edecek olursak, elbette O, ölümü yenmiş olurdu; çünkü ölüm yaşam karşısında güçsüzdür. Lakin bedenin dâhilindeki bozulmuşluk hala var olmaya devam ederdi. [İşte] bu nedenle Kurtarıcı, yaşamla birbirine karışmış olan bedenin artık ölümlü ve ölümün kölesi olmaması, ancak ölümsüzlükle ve ölümden diriliş vasıtasıyla, o andan itibaren ölümsüz olması için [insan] bedeni aldı. Çünkü bozulmuşluk bir kez bulaştı mı, yaşam verilinceye dek [o beden] dirilemez ve bunun yanı sıra, ölüm de beden dışında faal olamaz. Dolayısıyla beden almasının nedeni, o bedende ölümü tatması ve [böylece] onu alt etmesiydi. Hakikaten de Rab, ölüme karşı hayatıyla galip gelmeseydi, her şeye Yaşam veren Kişi olduğunu nasıl kanıtlardı? Bir örnek vereyim. Anız, özünde ateşte yanıp yok olabilen bir maddedir ve bu madde ateşin yakıcılığından korksa da, yanmaması için ateşten uzak tutulsa da, hala anız olarak kalmaya devam eder. Fakat farz edin ki birisi, onu ateşten uzak tutmak yerine, ateşin panzehiri olan taşpamuğuna sardı. Bu durumda anız artık ateşten korkmayacak, çünkü ateşin ona zararı dokunmayacaktır. Beden ve ölüm için de aynısı geçerlidir. Ölüm tek bir emirle ondan uzak tutulsa bile, [beden] hala tabiatı bakımından ölümlü ve bozulmuş olarak kalmaya devam edecektir. Bunu engellemek amacıyla [beden], manevi olan Tanrı Kelâmını giyinmiş ve böylece ne ölümden ne de bozulmuşluktan korkar hale gelmiştir; çünkü artık Yaşamı tıpkı bir giysi gibi giyinmiş ve bozulmuşluktan arınmıştır.
(45) Böylece Tanrı’nın Kelâmı beden almakla ve bedeni güçlendirmekle doğru olanı yaptı. Kendisini her yerde göstermek amacıyla, yaratılışın diğer parçalarını kullandığı gibi insan vasıtasıyla da çalışarak doğru olanı yaptı; şöyle ki, Tanrılığından ve bilgisinden hiçbir şey eksilmedi. Şimdi de daha önce belirttiğim hususa geri dönerek diyorum ki, Kurtarıcı bütün bunları, her yerdeki her şeyi, tıpkı huzurunda olduğu gibi kendi bilgisiyle doldurmak amacıyla yaptı. Kutsal Yazılarda şöyle yazılmıştır: “Dünya da RAB’bin yüceliğinin bilgisiyle dolacak.”3 İnsan göğe baktığında O’nun düzenini görmektedir; ancak göğe diğer insanlar kadar bakabilecek bir insan, O’nun yaptıkları vasıtasıyla, O’nun insan kuvveti ile kıyaslanamayacak gücünü görür ve insanlar arasında yalnızca O’nun Tanrı’nın Kelâmı olduğunu öğrenir. Yahut insan cinlere bulaşmış ve onlardan korkuyorsa, yine de onları kovan Kurtarıcıyı gördüğünde, O’nun hakikaten de onların üzerinde egemen olduğunu anlayabilir. Bir insan suya dalarak onun Tanrı olduğunu düşünüyorsa –ki Mısırlılar hakikaten de suya ibadet ederler– [suyun] tabiatının O’nun tarafından değiştirildiğini görerek, Rabbin her şeyin Yaratıcısı olduğunu öğrenecektir. Ve eğer bir adam ölüler diyarının dibine kadar iner ve dehşet içinde daha önce ilahlar olarak kabul edilen kahramanların önünde durursa, Mesih’in dirilişinin hakikatini ve ölüm üzerinde kazandığı zaferi görecek, O’nun hakikaten de Rab ve Tanrı olduğunu anlayacaktır
Çünkü Rab yaratılışın her bir parçasına dokunmuş ve yaratılışı her türlü aldatmacadan özgür kılmıştır. Elçi Pavlus’un da dediği gibi, “Yönetimlerin ve hükümranlıkların elindeki silahları alıp onları çarmıhta yenerek açıkça gözler önüne serdi”4 öyle ki, artık hiç kimse kandırılmasın ve her yerde Tanrı’nın Kelâmını bulabilsin. Böylece insan, yaratılışın tüm işleriyle her yandan kuşatılmış olarak ve her yerde – gökte, ölüler diyarında, insanlarda ve yeryüzünde Kelâmın açıklanmamış Tanrılığına baktığında, artık Tanrı hakkında aldatmacalara [kulak asmayarak] yalnızca Mesih’e ibadet edecek, O’nun vasıtasıyla Baba’yı doğru biçimde tanıyacaktır.
Mantığın ve ilkenin bu esaslarına dayanarak, Ulusları çok güzel susturacağız. Lakin onlar bu savların yetersiz olduğunu düşünüyorlarsa, bir sonraki bölümde iddialarımızı [diğer] delillere dayanarak ispat edeceğiz.
Kelimenin tam anlamıyla, “Bedende olan hiçbir şeyi paylaşmadı.”
Yeşaya 11:9; “Yüceliğinin” ifadesi Kutsal Kitap’ın çağdaş Türkçe çevirisinde bulunmamaktadır. (Ç.N.)